Mutlu Torun
SÖYLEŞİLER

MUTLU TORUN İLE SÖYLEŞİ

(yazan Onur Karabiber, 05-01-2005)

Doğum tarihiniz, doğum yeriniz ve ailenizle ilgili bilgileri öğrenebilir miyiz?

Mutlu Torun: 1941’de Beypazarı’nda doğdum ama işte o zamanki adet, babam 1 yıl daha küçük yazdırmış; 1942’nin 1 Şubat’ı diye yazdırmış. Resmen o görünüyor. Babam çiftçiydi. Tabii annem ev kadınıydı. Benden büyük bir ağabeyim ve iki tane ablam var.Ağabeyim hakim oldu. Ablamlar da ev kadınıdır.

Eğitim süreciniz?

Beypazarı’nda ilkokulu okudum; Rüstempaşa ilkokulunda. Ortaokula yine orada başladım. Ortaokulun ikinci sınıfının ikinci sömestrinde Üsküdar’a geldik. Üsküdar’da Sultantepe’de oturduk. Üsküdar Paşakapı Ortaokulu’nda ikinci sınıfı okudum; üçüncü sınıftayken Fatih’e taşındık. Fatih’ten mezun oldum.

Bu taşınmaların sebebi?

Taşınmaların sebebi şu: Annemlerin, babamların tarlaları vardı. O tarlalar Sarıyer Barajı’na gitti ve ağabeyim de burada askerlik yapıyordu. Onunla beraber olmak için Sultantepesi’ne geldik. O barajlardan gelen istimlak parasıyla apartman alındı Fatih’te. O sebeple de Fatih’e gittik.

Peki bu arada müzik ile olan ilişkiniz başlamış mıydı? Yoksa…

Fatih’te de bir miktar kaldık. Ondan sonra da Harem’e taşındık. Harem, benim akademiye girdiğim yıllardadır. Fatih’te oturduğum yıllarda İstanbul Erkek Lisesi’ne gittim; oradan mezun oldum. Ondan sonra da Güzel Sanatlar Akademisi’nin yüksek mimarlık bölümüne girdim.

O, kaç senesine denk geliyor?

1969’dur. Pardon! ’69, mezuniyetim; girişim 1961. Biraz geç bir okul oldu yani uzun süren… genellikle mimarlık öyledir. Aklım fikrim çok fazla mimarlıkta değildi; o zaman müzik hastalığı başlamıştı. Mümkün olduğu kadar müziğe fazla vakit ayırıp işte…

Peki o ana kadar olan süreçte müzik ile ilgili olarak, kimlerle çalıştınız?

Beypazarı’nda olduğumuz sırada, bahsettiğim, annemin babası, Demir Bey, müziği severmiş sadece; onu biliyoruz. Bağlama çalarmış… Beypazarı’nda, küçüklüğümde, teyzemin oğlu Mehmet Karaalp vardı. M. Karaalp’in annesi de babası da ölmüştü. Teyzemin oğlu olduğu için de sık sık bize gelip giderdi.

Genç, lise, belki de liseden biraz daha büyük yaşlardaydı. O, çok güzel şarkı ve türkü söylerdi. Benim küçüklüğümde en fazla duyduğum müzik, ondandı. O sırada tabii radyo artık bizim zamanımızda, var. Radyodan dinliyorduk müzik. O dinlediğimiz müziğin mutlaka tesiri oldu. İlkokuldayken, beşinci sınıfta, Beypazarı’nda, öğretmenimiz, hoş bir hanım, o, mandolin çalıyordu. Öğretmen okulu mezunu. Mandolin, bazı arkadaşlar aldı. Ben de almak istedim. Ben o sıralarda Raphael’den, Leonardo da Vinci’den falan, resim yaptığımı hatırlıyorum. Yani… Kurşunkalemle. Onların resimlerinin kopyasını falan yaptığımı hatırlıyorum. Gerçekten iyi resim yapıyordum. Desenim iyiydi. Belki de o sayede şeye girdik, akademiye. Dolayısıyla, beşinci sınıfta mandoline başlayamamış oldum. Bu konunun dışında ama…

Yetiştiğiniz ortamın üzerinize olan etkisi açısından da önemli…

O ortamı soruyorsan, şimdi, Beypazarı, genel olarak onu söyleyeyim, Beypazarı oldukça muhafazakar bir kasabadır. Oldukçadan da fazla belki, muhafazakar. Ben çok iyi hatırlıyorum, benim ve diğer insanların üzerinde müthiş bir din baskısı vardı ve bu din baskısının herhalde en büyük kısmı, kadın erkek ilişkisi, kadınların üzerindeki ilişkiydi. Ve tabii ki kadınlar erkekler tamamen ayrıdır. Kadınlar dürgü denilen bir şey takarlar; sadece bir gözleri açıktır. Kara çarşaf değil, çok renkli, cicili şeylerdir ama don gömlek giyerler yani vücudunun çizgisi belli olmayacak şeyler giyerler. Böyle bir yerdi orası. Zaten ben ilkokulda, hemen yer yaz tatilinde Kur’an kursuna gittim. Yani daha sonrasında onun faydasını gördüm; eski yazı öğrenmek mahiyetinde ama oradaki şeyin dini kültürün diyelim, baskınlığı çok öndeydi Beypazarı’nda kültür olarak. Ve başka bir şey, insanlar, sanki herkes birbirini tanıyor idi. Şehirdeki gibi değil.

Bana öyle geliyordu en azından. Çarşıya çıkamazdık; çarşıda utanırdık. Utanma hissi çok fazlaydı, onu çok iyi hatırlıyorum. Ben çok zaman, bu utanma hissinden çok rahatsız oldum. Toplum karşısında konuşmak gibi, müziğimi yaptığım sırada sıkılmak gibi, kız arkadaşlarla konuşurken çok sıkılmak gibi falan… Onları yenmeye gayret ettim. Bu oradaki, genel olarak Beypazarı’ndaki muhafazakar anlayışın bence kötü olan tarafı.

İstanbul’a gelince hayatınız bayağı değişti o zaman...

Belki İstanbul, belki de yaş. Buna rağmen Beypazarı’nda benden daha rahat yetişmiş şeyler vardı; arkadaşlarım vardı. Onların kız erkek arkadaşlıklarında fazla bir problem olmadı. Bende de çok problem olduğunu söylemiyorum ama çok sıkıldığımı biliyorum. Bütün bunu söylememe rağmen, ne annem, ne babam, hiçbir baskı uygulamamışlardır bana. Babam çok demokrat bir adamdı. Annem de şeydi, böyle, kimseye rahatsızlık vermeyen, oldukça içine kapalı bir insandı. Babam çok dışadönük, o, içine kapalıydı. Öyle yapıları vardı.

İstanbul’a geldikten sonra, ilk müzik çalışmalarınızı kiminle ve hangi tarihte yapmaya başladınız?

İstanbul’a gelmeden önce, babamlar önce taşındılar. Ben orada teyzemlerin yanında kaldım. Teyzemin oğluyla, küçük ablam evlendi. Ben onların yanında bir sömestr kaldım. O sırada Alişan ağabey, işte, eniştem, bana bir mandolin aldı. Ben orada, gene ortaokuldaki müzik öğretmenimizin öğretmenliğinde, mandolinin sol telinden başladım. (…) Ve o sıralarda, herhalde uşşak makamının falan seslerini elde etmek için mandolinin demirlerinin arasına kibrit çöpü falan yapıştırdığımı hatırlıyorum.

Yani o komalı seslerin ihtiyacını duyuyordunuz o zaman…

Yani pratik çaldığın zaman duyuyorsun… Üsküdar’dan sonra Fatih’e taşındık. Sonra Fatih’te, İstanbul Lisesine gidip gelirken Cağaloğlu’ndan, sahaflardan geçerken, oradan geçerken bir müzik kitabı buldum. Eskiden basılmış, büyük boy, çok güzel bir müzik kitabı. (…) Ondaki, başından başlayıp bütün notaları çözmeye gayret ettim. Kendi kendime, ayağımla vurarak falan ve o şeyi ölçerek, sekizlikleri, dörtlükleri, trioleyi. Mesela trioleyi çözerken zorlandığımı hatırlıyorum. Kendi kendime çözdüm. Daha sonra, işte, lisenin son sınıfında bir zafiyet geçirdim. Böyle bir yatmam gerekti; okula gitmedim falan. O arada Beypazarı’ndan bir ud geldi. O udu annemler getirdi. İşte, bu oğlan hastadır, evdedir, işte, hasta, yatıyordur diye getirdiler. Uda başladığım zaman, biraz mandolin gibi çalıyordum. Tremololu falan. O sıralarda gene arada bir gidip sahaflardan fasıl notaları falan, fasıl notaları çalıyordum. Tabii Türk müziği notalarını çalmak daha kolay ama Türk müziğinin kendi üslubunu vermek başka bir mesele. Bu sefer udda da, sahaflardan aldığım bir takım piyano notalarının, fa anahtarsız olan kısmı yani sağ el kısmını, işte, udda, birkaç sesini çalmaya çalışmak gibi, öyle bir şeyim oldu. Aklım orada hep; garip bir şey. Yani elimdeki enstrümanın yönü şu tarafsa, ben şu tarafta, ikisinin arasında bir şeyleri çalma isteğim oldu. Mimarlık bölümünde birinci sınıftayken, yeğenime gitar alındı. Naylon telli bir gitar alındı. O tabii çalışmadı, ben çalıştım. Gitar, gene hoca yok. Ben, Carulli ve Carcassi’nin metotlarını aldım. Onları çözdüm. Andrea Palologo, ilk gitar hocam oydu. O aralar ud çalıyor muydum? Çalıyordum. Radyodan dinliyordum. Yorgo Bacanos’tan çok etkileniyordum. Rıza Başikoğlu ile tanıştım. Rıza Tevfik’in torunu, gitar hocasıydı. Onun evine çok gittik geldik. Sonra, radyoda bir gurup vardı. Onlar Latin müziği yapıyorlardı. Ben o gurupla beraber radyoya çıkmaya başladım. Daha sonra da, işte, benim akademiden mezun olma zamanlarıma doğru, şeyde, ’69’da işte, İstanbul Radyosu’nda solo gitar programlarım oldu. Ona çalışırken de, daha temiz çalma konusunda, böyle bir uyanma oldu. Mikrofonda çalıyorsun ve dinlenecek. Sonra askerlik… 1971’de Ankara’daydım. O sıralarda da, udu mızrapsız, parmakla çaldığımı hatırlıyorum.

Bu noktada, şey diyebilir miyiz, Türk Müziği ile olan ilk münasebetiniz sırasında, sizi ilk çeken şey, geleneğin biraz dışında olan, mesela Şerif Muhiddin Targan’ın…

Yorgo Bacanos da belki içinde ama çok tekniği ilerde, ama gene de parçalarda çok akor falan basardı.

İlginizi çeken şey buydu, değil mi?

Hayır. O da, o da. Yani Türk müziğinin sadece Batı’ya yakın olan kısımları değil, Türk müziğinin kendisi de ilgimi çekiyordu. İkisini de kendi içlerinde seviyordum. Yani, Cemil Bey’i dinlerken, herhangi bir bas koyayım, herhangi bir akor olsun, öyle bir ihtiyaç hiçbir zaman yok… Ama birtakım parçaların transkripsiyonun yapılması, aranje edilmesi falan, ona da hiçbir şeyim yok; itirazım yok. Ben bu iki güzelliğin arasında kalmış, normal bir Türk vatandaşı, Türk müzisyeni... Çünkü Türkiye böyle… Türkiye aslında iki medeniyetin tam ortasında. Yani bunun içinde, mesela halk müziğine de uzak değilim. Bir zaman bağlama da çaldım. Ankara’da bağlama çaldım. Böyle, hepsi de güzel. Bunlarla beraber yaşıyoruz aslında.

Bunu doğal karşılıyorsunuz yani…

Eğer bu doğal olmasaydı, biz Osmanlı, Selçuklu, veya Orta Asya diyelim, veyahut Müslüman bir toplum olarak buralara gelip de, işte, bu kadar da Avrupa’yla temasta, bu kadar da yaşayamazdık ki. Zaten, Türkiye zaten bu. Hatta Türkiye Cumhuriyeti değil, Osmanlı’nın son zamanı da bu. Ona bakarsanız bazılarının iddiası, ki doğrudur herhalde, Fatih, Bizans. Kendini Bizans’ın içinde hissediyordu. Ayrıca Anadolu’ya gelen Türkler, Anadolu’da yani, sadece kan olarak, kafatası olarak Türk dediğiniz zaman, yüzde yüz Türk olanı bulmak ne kadar zor. Yani gelmişsiniz 1071’de, şu kadar kişi, bu kadar savaşçı falan filan. Orada oturan halk ne oldu peki? Bunlar karışmış Zaten o Bizans kültürüyle beraber, iç içe yaşamaya başlamışsın. Akraba olmuşsun, beraber yaşıyorsun zaten. Bizans’ı eğer şey sayıyorsan tabii; Doğu saymıyorsan eğer.

Bu arada ben, askere gitmeden önce de, armoni, işte çokseslilikle ilgili bir şeyler öğrenmek istiyordum. Cenan Akın’a gittim. Onunla başladık. Sonra Ankara’ya gittim. Ankara’da İstemihan Taviloğlu’ndan ders aldım. Ondan da çok faydalandığımı hatırlıyorum. Sonra Askerlik bitince geldim. 1971-72 falan olması lazım. Cemal Reşit’e gitmek kısmet oldu. Ondan da üç seneye yakın ders aldım. Ona da Ruhi gitmiş, Ruhi Ayangil, onunla beraber gittim. Cemal Bey’le çalışmaya başladığım zaman piyanom da vardı. Piyano da çalışıyorduk. Kontrpuan çalıştık, füg çalıştık. Yani çok ilerledik o konuda ama… Bir miktar analiz…

Bu arada, Batı müziği ile ilgili kompozisyon çalışmalarınız var mıydı, varsa çalıyor muydunuz Cemal Bey’e?

Hep ödev götürüyordum bir, ondan sonra figürasyon yapalım diyordu, mesela basit bir Dubois’nın ödevini yaptıktan sonra, aynı armoninin işlemeleriyle falan, daha genişledi. O zaten, birdenbire parçalar oluyordu.

Kompozisyon haline geliyordu…

Evet. O sıralarda mesela şunu hatırlıyorum: Cemal hocaya gösterdiğim birkaç parça vardı ama bunlar Türk müziği makamlarıyla olan şeylerdi. TRT’nin bir yarışması olmuştu, Türk müziği çalgıları içi çoksesli eser yarışması. Benim zannediyorum en başarılı olduğum yarışma oydu. 1., 2. ve 3. ödülünü, iki tane de mansiyonu almıştım.

Önerilerde bulunur muydu?

Tabii ki, tabii ki.

Cemal Reşit Rey’le olan dersler üç yıl mı sürdü?

Üç yıl zannediyorum.

Bu arada Türk müziği ile ilgili bir öğretmeniniz oldu mu?

Şimdi bu, Cemal hocaya ben makamlardan falan götürdüğüm zaman hiç rahatsız olmadan bakıyordu, severek ayrıca. Türk müziği ile ilgili hoca… Onu unuttum. 1968’di galiba… Hayır 1958. Çemberlitaş’ta Muallimler Birliği diye bir yer vardı. Orada, İleri Türk Musikisi Konservatuvarı Derneği orada çalışıyordu. Oraya gittim. Orada en mühim hocam İbrahim Sevinç idi. Yani o dernekten faydalandım tabii. Serdar Öztürk de hocam oldu. Bir de o dernekte çok mühim olan bir şey, bir konser veya radyo neşriyatı olacağı sırada belli bir makamdan eserler devamlı çalınıyordu. O parçaların çalınması ve söylenmesi, çalışılması, o makamı en iyi öğreten şey oluyor. Yani uygulama sırasında, veya evde oturup da, Suphi Ezgi’nin kitaplarından, Darülelhan külliyatından okuyup çaldığım eserlere bakarken, düşünürken, daha çok nazariyata girdiğimi hatırlıyorum. Ama tabii ki orada nazariyat dersleri aldık.

Peki Cemal Reşit Rey’le derslere başladığınız ya da bitirdiğiniz dönemde kendinizi hangi türde daha yetkin görüyordunuz?

Tabii ki Türk müziğinde. Yetkin lafını da biraz, aslında Türk müziği çevresi için fazla iddialı bulmak lazım.

Kendi açınızdan değerlendirdiğinizde…

Evet, daha güçlü diyelim. Nispeten daha güçlü. Ama başka bir şey daha var. Batı müziğindeki çalan kişilere nazaran, daha iyi hissedip de daha iyi yorumladığımı söyleyebilirim; teknik hariç. O düşünceyi zannediyorum Türk müziği daha iyi veriyor. Belki farkında olmadan. Batı müziğinde pek çok şey, çok net olarak ortaya konmuştur. Bütün teori falan yazılıdır. Ama Türk müziğinde pek çok şey yok. Üslubu meydana getiren elemanlar nedir diye sorsan, farkında olmadan yapıyor çoğu kişi. Nüans niye böyle oldu, niye burada vurgu var? Türk müziğinde bu kadar net şeyler yok. Ama uygulama sırasında Türk Müzisyenleri genellikle aynı perdelere basıyorlar. Nazariyatta olmayan ama hepsinin buluştuğu perdeye basıyorlar.

Geleneğin çok güçlü bir öğretici tarafı var…

Tabii öyle. Zaten Türk müziği kulaktan gelen bir kültür.

Peki Türk Müziği Konservatuvarı...

Ben, konservatuardan teklif geldiği sırada, hoca olmam açısından, gitar çalıyordum; flamenko daha çok çalıyordum. Gitar için, flamenko için … bir şeyler yazıyordum ama çok değildi. Ama Türk müziği için daha fazla yazıyordum. Saz eseri belki yazıyordum. Daha çok yarışmalar için yapıyordum hep hemen hemen. Bir yarışma olduğu zaman mutlaka girmek istiyordum; sözlü sözsüz, teksesli çoksesli. Gitar beste yarışmalarına da giriyordum, biliyorsun.

Konservatuvara girdiğiniz dönemde hangi öğretim görevlileri vardı o sırada?Konservatuara girme zamanında başka bir şey başlamıştı, o lafı dağıttık. Ben bir yandan işte, gitar çalıyordum; flamenko ve klasik. Ud için daha çok, çok sesli yazıyordum. Ud da çalıyordum ama ud elime aldığım zaman yapmam gereken şey, normal bir saz eseri, normal bir şarkıyı değil de daha işte, parmakla çalınan tekniğe göre bir şey gibi düşünüyordum. Ne zaman ki konservatuar açıldı ve ben orada hocalığa başladım ud hocası olarak, o zaman metot ihtiyacı oldu. Metodun hazırlanması için birçok şey yazdım. Başlangıçta Cinuçen’in, Cinuçen Tanrıkorur’un güzel bir metodu vardı. Sonra ondan vazgeçtim ve hep ben yazmaya başladım. Metodun hazırlanmasına girdikten sonra da Türk müziğinin, Türk müziğinde ya da udta üslubu neler verir? Bunların keşfi de gerekti. Cemil Bey’den, Yorgo’dan, Nevres Bey’den pek çok şeyi notaya aldım. Oradan, o üslubu yakalamaya çalıştım.Böylece bu sefer ben çok fazla klasik bir Türk müzikçisi değilken, şimdi klasik veya geleneksel Türk müzikçisi olarak araştırmaya başladım; onu, o üslubu daha çok aramaya ve şey yapmaya çalıştım…

Bu, okulda öğretmenlik yapmanın getirdiği bir şey miydi?

Evet tabii. O vesile oldu. Belki de sistemi arama şeklim konservatif değildi ama, yani vermeye çalıştığım şey, gelenekte yapılan şeyleri konserve halinde vermek tabii. Türk müziği dediğin anda zaten gelenek giriyor işin içine. Bir şey daha söyleyecektim bu konuda. Mesela şeyden önce, konservatuar açılmadan önce Aka Gündüz’le mesela beraber çalıyorduk. Aka Gündüz’le daha araştırmacı şeyler çalıyorduk, daha çoksesli. Konservatuara girdikten sonra… Ha! o sırada Ruhi’yle2 de çalıyorduk gene. Daha sonra, Niyazi sayın ve İhsan Özgen’le de çalıştık. Daha önce Cüneyt Orhon’la çalıştım; Cüneyt Orhon’la da teksesli ve geleneksel ama daha sonra çok sesli çalışmaya başladık. Cüneyt Orhon, Necati Giray ve ben, üçümüz, çoksesli Türk Müziği Üçlüsü diye, isim altında birçok konser verdik. Radyoda çaldık. Bu Cemal hocayla ders yaptığımız sıralardaydı. Bir İstanbul festivalinde, konserimiz oldu; Cemal hoca geldi; “ah! ne kadar güzel”; ağlıyordu adam. Yani geldi dinledi konseri.

Çok sık konser veriyor muydunuz o dönemde?

Şimdikinden daha sıktı ama çok da sık değildi. Yayınlar da oldu radyoda. Daha sonra, onlardan sonra tamamen klasik üslupta, Niyazi Sayın ve İhsan Özgen’le çalıştık. Sonra İhsan’la Rönesans müziği falan yaptık…

Peki konservatuvarın hedefleri, sizin dünyaya ya da müziğe olan bakış açınızla ne kadar örtüşüyordu?

Bildiğin gibi ilk açılan konservatuarlar, Türk müziğini dışlayan konservatuarlardı. Bu açılan konservatuar, Türk müziği konservatuarı, Türk Musikisi Devlet Konservatuarı, devlet’in Türk müziği konservatuarı olmakla beraber, Ercüment Berker başkandı; birkaç kişi de çevresinde gene Arel’in öğrencisiydi. Ercüment Berker de Arel’in öğrencisidir ve Ercüment Berker’in sözlerinde ve de anlatışlarında çok zaman duyduğum gibi, üç ana arterden bahsediyordu: Türk müziği, Batı müziği, halk müziği. Dengesi tartışılabilir ama hakikaten bu üç tane müziğin eğitimi orada veriliyordu, zaten de veriliyor ama denge değişebilir. Tabii pek çok hocalarımız, mesela “halk müziği burada olmasaydı”, mesela “Batı müziğinin ne işi var?”, “iki türlü solfej olur mu?” falan, böyle şeyler olurdu ama konservatuarın asıl hedefi bu üç tane ana artere ulaşmaktı ve zaten ben de hedefim demeyeyim ama isteğim ve şeyim o. Bir müessesenin hedefi olabilir de, ben sevdiklerimi yapıyorum…

Türk müziği çevresinde kendinizi nerede görüyorsunuz?

Türk müziğinin, böyle şeyleri olur, radyonun demirbaşları diyelim, veya koronun demirbaşları, genel olarak o kişiler beni daha çok batıcı görüyorlar. Hatta “o, parmakla ud çalar” gibi bir miktar da küçümseyerek…

Yeni tasarılarınız ya da yapmayı düşündüğünüz çalışmalar var mı?

Eserlerin yayımlanma işi var. Türk Müziği’nde Eser Analizi diye ders notlarım vardı. Onun yayımı ihtimali olacak.

Teşekkür ederiz Hocam verdiğiniz değerli bilgiler için.

Ben de teşekkür ederim sizlere

Mutlu Torun bunu söylerken gülüyor.

Ruhi Ayangil’i kastediyor.